Psikodiyalektik düşüncesi, Freud’un metapsikolojisindeki üç temel öğeyi; konumsal (topografik), yapısal ve güdü(dürtü) kuramlarını diyalektiğin kavramlarıyla yeniden düşünme önerisidir.
Bilinç diyalektiğinde bilinçli-olan ve bilinçsiz-olan karşıtlığını, güdü kuramı dolayımıyla, yani yaşam-ölüm, erotik güdüler-yıkıcı güdüler karşıtlığıyla belirtili bir varlık olmayı, her neyse O(Id) olandan Ben’in tomurcuklanmasını, birey-oluşu yeniden düşünmeyi önermekteyiz. Bu düşüncede üst-benin bilinçsiz-olanın bileşeni olarak üstlendiği işlevi özellikle önemli buluyoruz. Üst-ben, toplumsallığın ruhsallıktaki temsili olarak, özellikle ben ülküsü -üst ben diyalektiği aracılığıyla eşitsizliklerin içselleştirilmesine ve belki de ruhsal zorlanmaların toplumsallıkla bağını kurmada özel öneme sahiptir. Burada utanç - suçluluk ve yaşama sevinci, haset ve şükran, kibir; ve yüce gönüllülük karşıtlıklarını yine içselleştirilmiş toplumsallıkla çözümlemek gereklidir.
Psikodiyalektik düşüncesi, içinden çıkılmış ve karşısına yerleşilmiş, bedeni de içeren en geniş anlamıyla doğa ile ilişkimizde, sanki ondan hiç ayrılmamışız ve hâlâ ormanda, bozkırda, savanada diğer hayvanlarla iç içeymişiz gibi bir yere savuran tekinsizlik deneyimlerini özellikle önemsemektedir. Bir geçiş anı olarak tekinsizlik deneyimleri doğayla, dişil olanla karşılaşma anları ruhsallığın dile gelemeyen imge dünyasını, mağarayı taşır.
Bu geçiş alanlarını anlamada Winnicott’ın gerçekliği yanılsama ve oyun ile kuran metinlerini özellikle değerli buluyoruz. Geçiş olgusu, onun kuramsal çabasında merkeze yerleşir ve onun teddy bear’ı, belki de doğanın karşısında insan tüm güçlülük tasarımlarının, doğayı kontrol edebilme, ona sahip olma çabasının özlü imgesidir. Keza Winnicott’ın iç dünya -dış dünya ikilisine bir üçüncüyü, ne iç ne dış, hem iç hem dış olan bir; kültürel alanı eklemiş olmasını, insanın toplumsal tarihinin ruhsallıktaki karşılığını anlamak için bir pusula olarak görmekteyiz. Uygarlık hikayemizin ruhsallığımızdaki karşılığına, devinime ve dolayım yaratan nesnelere verdiği özel değerle Winnicott’ın Jungcu mistisizme ya da Lacancı yapısalcılığa göre daha fazla yaklaştığını düşünüyoruz.
İnsanlık tarihi, eninde sonunda keyfilik ile toplumsal sözleşme arasındaki bir salınım ise ve giderek yasalı bir varlık olma çabasını içeriyorsa Freud’un hilflosigkeit (temel acizlik) ve tümgüçlülük diyalektiğini, bununla yakından ilişkili ben ülküsü ve üstben diyalektiğini insanlaşmanın başlangıç diyalektiği olarak alabiliriz.
Ödipus bütünlüğü, bireysel ile toplumsal olanı bağlayan güçlü bir düğümdür. İlkel sürünün şefinin katledildiği ve yerine totem ve ensest yasasının konulduğu sahne, Freud’un kuramına göre, her yeni-doğanın kültürel bir varlık olarak belirlenmesinde de anahtar geçiş sahnesidir. Biz bu sahnenin bireysel veya türsel mitolojik bir an olmaktan daha fazlasını içerdiğini, tarihsel olduğunu, özellikle doğa-insan birliğinde binlerce yıl süren tarihsel dönemin uygarlık hikayemize dönüşüm anını da temsil ettiğini düşünüyoruz. İnsan varoluşunun üçgenleşmesinin, ödipal bütün oluşturacak erişkinliğe ulaşmasının tarih sahnesinde epey yeni olduğunu, tapınak merkezli üçlü kozmogoninin, tanrı-tapınak-şehir ahalisi biriminin, paleolitikten neolitiğe, yerleşik yaşama geçişin etkileri zihnimizin karanlık yüzünde, bilinçsiz-olanda epey yer işgal ediyor olabilir. Neolitik öncesi kadın merkezli birçok mitolojik öğenin, ataerkil uygarlık hikayesine dönüşümünde dişil olan birçok öne erkek dünyasına yazılırken bastırılmış olsa gerektir. Bilinçsiz-olan dişildir, derken böylesi bir tarihselci belirlemeyi de yapmaktayız. Bu dönüşümün yüklerini ve ruhsallığa bakiyesini özellikle mitosların incelemesinde görmekteyiz. Uygarlık sürecinde mitos ve efsanelerin biçimsel yapısındaki sabitlikler ile rüyaların biçimsel sabitlikleri arasındaki benzerlik dikkate değerdir. Çatışmalı grupların mitoslarındaki benzerliklerin açığa çıkarılması, günümüzde tasarlanmış birçok grup çatışmasının çözümüne katkı sunabilir.
İyilik halinin ve iyileşme kabullerinin yeniden düşünülmesi de ruh sağlığı alanının eşitsizlikçi sistemlerce istismarını sınırlayacak önemli konulardan biridir. Ruhsallığın diyalektik çekirdeğinde ‘kendinde ve kendi için’ var oluş yer alır ve ruhsallık, insan tekinde, sonlu varlıkta saklı olanın, tümelin, sonsuzun, dünya ile ve diğer insanlarla dolayımlanıp bir oluş, özgürlük ve irade deneyimi halini almasıdır. Ruhsallık bilgisinde özgürlük ve irade kavramlarının hak ettikleri değeri bulmasını geçtik, neredeyse bastırılmış olmaları sözünü ettiğimiz eşitsizliklerin olağanlaştırılması konusunda çok şey anlatmaktadır. Mutluluk ve benzeri sürekliliği olmayan kavramların parlatılması ise bu bastırmanın öbür yüzüdür. İyileşme, başkaları dolayımıyla özgürleşme ve irade göstererek kendini gerçekleştirme süreciyle yakından ilgilidir. Unutulmamalı ki en değerli ‘kayıp nesne’ kendisini kendi için gerçekleştirememiş kişinin ‘hayali kapasite’sidir. Eşitsizliklerin derinleştiği toplumsal sistemlerde birçok insan kendindeki hayali kapasiteyi kendi için gerçekleştirememenin acısıyla baş başa kalmaktadır.
Nihayetinde; insanlararası rekabeti üretim ilişkilerinin insan - karşıtı kötü sonsuzunda yaratıcı zemininden ayırıp olumsuz duyguların alanı haline getiren, kendi eşitsizlikçi yapısını kişilerin iç dünyasında haset, nefret, kin, intikam yaşantılarına tercüme eden toplumsal sistemlerin iyilik kabullerinden epey uzak bir tasarımdır bu.
Unutmamak gerekir ki, toplumsal sistemde eşitlikçi bir yaşam örneği yaratmak bizzat bunu hedefleyenlerin yaşamlarının nasıl yaşandığı ile de ilgilidir. Eşitlikçilik bizzat grubun içinde bir değer olarak yerleşmedikçe kişi ve grupların topluma söyledikleri sözün bir değeri olmayacaktır. Psikodiyalektik düşünce temelli bir halk için psikoterapi kurumsallaşması, eşitliği ve dayanışmayı öncelikle kurum içinde yaratma sorumluluğu taşır. Kişilerin mevcut toplumsal sistemde hangi diplomayı taşıdıkları böylesi bir yaratıcı sorumluluk ortamında hakları düzenleme konusunda önemini yitirecektir.
Psikodiyalektik psikoterapi kurumsallaşma sürecinde ruh sağlığı alanında bir lisans diplomasının gerekliliğini tanısa da uzun dönemde bilginin ve uygulamasının demokratikleşmesinde kendi bilgi ve uygulama ilkelerini yaratmayı hedeflemektedir.